Fransız yönetmen Jean-Luc Godard, sinemanın kuruluş döneminin hemen sonrasındaki olgunlaşma aşamasında çok önemli görüşler ve eserlere imza atan isimlerdendi. Fransız Yeni Dalga sinema kuramının kurucu isimlerinden olan Godard, İkinci Dünya Savaşı, sonrası ve 68 kuşağı olaylarından çokça etkilenen, politik tavrını özellikle bu dönemde sunan ve bir dönem tamamen politik sinemaya yönelen manzarası ile adını sinema tarihine yazdırdı.
HEP DENEDİ HEP DENEDİ
Godard’ı iki başlıkta değerlendirmek gerekiyor. Birincisi; kılcal damarlarına kadar sinemacı olan tavrı ile sinema adına ortaya koyduğu arayış ve açtığı yollar, ikincisi ise en derine indiği dehlizlerde kaybolan ve yok etmek istediği şeylerin hayatta kalması sebebiyle kendi hayatına son veren sonu…
Öncelikle Godard’ın sıradışılığı popülarite kazanma temelli değildi. Hatta kendisini evine kapatıp sadece kendine film yaptığı da oldu. ‘Burjuva Sineması’ dediği ve temelinde Hollywood olan anlayışı reddeder ve imajın gerçekliğini sorgular. sinemayı olduğu gibi gösteren anlayışı reddeder. O’na göre sinemada görünen, gerçek olamaz. Esas gerçek görünmeyen kısımdadır ve anlatım da kameranın görmediği ya da gösteremediği alanla ilgili olmalıdır. “Film kendini alıcı karşısında doğrulamak isteyen birinin özel günlüğü, not defteri veya kendi konuşmasıdır” der, Godard.
Öncüsü olduğu Fransız Yeni Dalga, “Herkes sinema yapabilir, kameranı al sokağa çık” sloganı ile çığır açtı denebilir. Çünkü o dönem filmler platolarda çekiliyor, hikayeler kendini tekrar ediyor, sadece parası olanlar ya da parası olanları ikna edenler film çekebiliyordu. Yeni Dalga ise sinemanın herkese ait olduğunuve herkes tarafından yapılabileceğini düstur edindi. Çok da güzel oldu. 1930’lardan 1960’lara kadar uzana bu süreçte sinema çok yol aldı.
SANAT, SANAT İÇİNDİR!
Elbette “sanat sanat içindir”. Film yöntemlerine de yansıtır bunu. Serseri Aşıklar’da görünütü ve ışık denemeleri yaparken Küçük Asker filminde ses denemelerine girişir… Klasik hikaye anlatımını ve “olay örgüsü”nü burjuva anlatım biçimi olarak görür. Sovyet yönetmen Dzigo Vertov’dan çok etkilendiği aşikardır. Vertov’un da Sinegöz Manifestosu’nun temelinde de bu bakış yatar. 68 kuşağı olayları sırasında Dziga Vertov Grubu diye bir oluşum kurar ve film çeker. Sinemanın genel kabullerine dair hemen her şeyi reddeder. Reddetmeyi bile reddedecek durumdadır. Reddetmenin reddedilmesinin reddiyesini de kendisinden beklerken ölmeyi tercih etti.
Godard gibi düşünenlere göre her şey imha olmalıdır. İhya pek de mümkün değildir. O halde yaşamanın da yaşatmanın da çok bir anlamı kalmamıştır. Ya da mücadele dediğimiz şey şahsın hevesi veya sonuçlarına odaklanmalıdır.
Doğmaya kendi karar veremeyen insanın ölümüne karar verebilmesi, bütün bir hayatını da kendi özgür iradesi ile sürdürebilmesi bağlamında mümkündür. Nasıl yaşadığınız, nasıl öleceğinizi belirler. Esasına bakarsanız kadim kültürümüzde de düstur böyledir fekat mahiyet farklıdır. Yani “yaşadığınız gibi ölürsünüz” anlayışı her iki bakış açısında birbirinden çok çok farklı şekilde işler.
“SİNEMAYI İMHA ETMEME YARDIM ET”
İnsanlığın kadim algısının sinemadaki tezahürünü arayan fekat materyalist bakışın çivisiz yeryüzü gezginliği esnasında ‘yapmak için yıkmaya’ kapılan, enkazlar arasında kendini kaybeden, anarşizmin sınırsız sınırlılığında aksiyonda yalpalayan, her yanı kanayan sanat anlayışına daha kanlı pansumanı tercih eden bir sinemacıydı. Araması, denemesi en önemli özelliği idi. Takdir edilesiydi. Ta ki kendi çıkmazlarında kendiyle başbaşa kalma kararına kadar. Godard, hayatın temeline bir şey koyamadığı için ötenaziyi tercih etti. Yani sinemayı yok edemeyince kendini yok etti. Brezilyalı
sinemacı Glauber Rocha, Godard’ın bir gün kendisini aradığını ve “sinemayı imha etmeme yardım et” dediğini söyler. Zira Godard, yıkmalıdır. Sinemayı yok etmek de ancak Godard’a has bir şey olabilirdi. Zihin yapısı da o kadar çok ‘yaratmak’ üzerineydi ki, hayatını vakfettiği şeyi yok edemezse kendini yok etmek zorunda olacaktı. Öyle de oldu. Ve bu durumda soru doğdu; Godard’a ne oldu?