İskender Pala ile Kapı Yayınları’ndan çıkan yeni romanı “A-71”in yazım sürecini ve kitap- kütüphaneyle dokunmuş hayatını konuştuk.
– “A-71” çok çok “genç” bir roman gibi geldi bana: Nano teknoloji, metaverse… Dünyanın gündemini uzun soluklu işgal edecek bu konuları biz yeni yeni ciddiyetle konuşmaya başlarken İskender Pala oturup romanını yazmış. Ne diyorsunuz?
Hoca olmam, bana, yıldan yıla üniversite sınavını kazanıp karşıma gelen yeni öğrencilerin eğilimleri, problemleri, gündemleri, ilgileri, sıkıntı veya heyecanlarını yakından inceleme fırsatı sunar. Onların ilgi alanına girecek konuların en önemlileri benim romanımın da konusu olur. Böylece gençlerimize eğlenceli biçimde ve heyecanlı bir kurgu sayesinde yeni bir şeyler öğretebilir, ülkemizin geleceğini şekillendirecek potansiyel okuyucumun aydınlanmasına kapı aralayabilirim. Bu sene yazacağım roman için nano teknoloji, dijital çağ, iletişim açılımları ve metaverse gibi dünyanın geleceğiyle alakalı bir kurgu böyle gündemime girdi. Zaten romanım da 2023 yılında geçiyor ve 2071 Türkiye vizyonu için de öngörüleri mesele ediniyor.
Elbette A-71 yalnızca bunlardan ibaret değil. Ortadoğu’daki trajedi, insanlığın Suriye ile imtihanı, süper güçlerin bu bölgeyle alakalı planları, Evangelizm ve Siyonizm de bugün artık uyanmamız gereken konular arasında. Türkiye bölgede önemli bir güç ve dünyanın geleceğinde mutlaka söz sahibi konumda. Bunu vurgulamadan geçemeyeceğim. Belki biliyorsunuz, benim romanlarımda tarih penceresi daima açık durur. Bu sefer de geçmişle gelecek arasında farkına varmamız gereken gelişmeler, dijital dünyanın aklı öne çıkaran tavrı, kalbimizin geri plana itilmesi vs. hep üzerinde düşünülmesi gereken hususlar. A-71 bütün bu açılardan okuyucuya mesajı olan bir roman. Elbette macera ve heyecan, kovalamaca ve tansiyonu yüksek bir çekişme…
BANA BİLE İLGİNÇ GELMEYE BAŞLADI
– Peki, nasıl gelişti yazma süreciniz?
Uzun uzun okumalar yaptım elbette. Çoğu bana yabancı olan konularda ilginç bilgilerle karşılaştım. Bilimkurgular, teknoloji kitapları, yapay zeka ve dijital insan gibi konularda önce kendim çok şey öğrendim. Birden kendimi dünyanın her gün yenilenen sancıları arasında çaresiz hissettim. Bu çaresizliğin çözüm önerilerini bir kurgu ile anlatmak gerekiyordu ve kolay oldu diyemem. Çok kitap okudum. Ve okumalarım bitip de romanın başıyla sonu zihnimde tamamen yer edince yazma süreci yalnızca iki ay aldı. Daktilo işçisi gibi…
Sonra da yazdıklarımı tekrar tekrar okumaya, kısaltmaya, düzeltmeye başladım. Bu konuda uzmanlardan ve bilimsel yetkililerden de tashihler aldım. Her defasında 15-20 sayfayı atarak yapılan okumalar sona erdiğinde roman bana bile ilginç gelmeye başladı. Yazdıklarımı bilgi yönünden, dil yönünden, anlatım yönünden, üslup yönünden, akıcılık yönünden, tekrar tekrar okuyup incelerken daha da heyecanlı oldu. Bir yılın dörtte üçünü kapsayan uzun bir mesaiden sonra da A-71 son şeklini aldı.
– “A-71” geleceğe bir projeksiyon aynı zamanda. Siz romanınızı yazarken gördüğünüz/karşılaştığınız gelecekten ümitvar mısınız?
Ben geleceğe daima umutla bakan bir kişiliğe sahibim. Gelişmeler doğru yönetilebilirse daima insanlığın hayrına kullanılabilir. Bilimin geldiği seviye her gün bir yeniliği öneriyor. Bilim, iletişim, teknoloji, icatlar vb. hususlarda dünyanın son yirmi yılını terazinin bir kefesine, geri kalan yıllarını diğer kefesine koysanız zannederim son yirmi yıldaki gelişmeler ağdıracaktır. İstanbul’dan bir cerrahın bilgisayar teknolojisini kullanarak Diyarbakır’da bir ameliyat gerçekleştirmesi mümkün olabilecekse bilimsel gelişmelere ve teknolojiye karşı çıkmak anlamsızdır. Ancak aynı bilgi, iletişim ve teknoloji verileri Newyork’ta veya Londra’da oturarak Ortadoğu’yu manipüle etmek için kullanılmak istendiğinde buna da fırsat vermeyecek, engel olacak önlemleri almak zorundayız. En azından insanların bu konudaki farkındalıklarını arttırmak mümkündür. Bu açıdan bakıldığında Ortadoğu’daki bunca türbülansa, bunca trajediye dikkat çekmek kaçınılmaz olur. Sorular basittir: Neden Ortadoğu? Ortadoğu’daki bunca kargaşanın sebebi ne? İnsanlığın Ortadoğu’yla alıp veremediği ne? Bunca kan ve gözyaşına bedel Ortadoğu’da aranan nedir? Bu soruları çoğaltabilirsiniz elbette.
– “A-71”in öncelikle Z Kuşağı’na hitap ettiğini düşündüm kitabı bitirdiğimde. Ne dersiniz?
Eğer söylediğiniz şey, A-71’in yeni okuyucu kitlesi edinme gibi bir gayretle yazıldığı ise, hayır, böyle değil. Bildiğime göre, sizin söylediğiniz Z kuşağından yığınla okuyucum var. Bu romandaki sancım, bahse konu ettiğim hususların okuyucumun zihninde yeni tartışmalar yaratması, yeni fikirler edinmesidir. Umarım roman bu amacına ulaşacaktır.
HER HAFTA SINIFA GİRDİĞİMDE…
– Siz aynı zamanda divan edebiyatı profesörüsünüz. Yakınlarda dostlarınızın, öğrencilerinizin anı ve makalelerinden oluşan İskender Pala Armağanı yayınladı. Akademik kariyer ile yazarın yolculuğunun çatıştığı dönemler oldu mu hiç?
Çatışma değilse bile bir evrilmeden bahsedebiliriz. Bilimsel alandaki çalışmalarımın kültürel alana taşınması tamamen kendi tercihimdir. Son yıllarda Divan Edebiyatı’ndan ziyade roman ile iştigalim bu yüzdendir. Akademik hayat dar bir çevreyi ilgilendirir; oysa kültürel alan çok daha geniş kitlelere hitap eder. Akademik birikimim benim çalışmalarımdaki zemini teşkil ediyor. Kültürel çalışmalarım ise o zeminden sıçramalarla toplumu aydınlatma amaçlıdır. Bir aydının görevleri arasında sahip olduğu bilgiyi halk ile paylaşmak da vardır ve ben bunu tercih ediyorum. Bu arada bilimsel hayatımı da özlediğimi söyleyebilirim. Haftada bir gün üniversitemde -biliyorsunuz Kültür Üniversitesi’nde derslerime devam ediyorum- bir anfide olmak şimdilik bu ihtiyacımı gidermemi sağlıyor. Her hafta sınıfa girdiğimde hoca olmanın bir nimet olduğuna şükreder, bundan lezzet alırım.
GÜNDE BİR KİTAP BAĞIŞLAMA SÖZÜM VAR
– Kitaplarınızın önemli bölümünü memleketiniz Uşak’taki İskender Pala İl Halk Kütüphanesi’ne bağışlamışsınız. Kitap biriktirmeye ne zaman ve nasıl bir saikle başlamıştınız?
Üniversitede okurken en büyük heyecanım Sahaflar Çarşısı’na gitmekti. Bütçem elverdiği, gücüm yettiği kadarıyla edebiyat ve tarih kitapları, Divan Edebiyatı’nı ilgilendiren başta divanlar olmak üzere pek çok kitaba sahip olabildim. Akademik hayatım sebebiyle yıllar içerisinde kütüphanem de bu doğrultuda oluştu. Yıllar sonra kültürel hayatı bilimsel hayata tercihim dolayısıyla bu kitapların hemen ekserisi atıl kalmaya başladı. O yıllarda Uşak’ta bir üniversite kuruldu. Ben de Uşaklı olmak hasebiyle orada üç yılı aşkın ders anlattım. Yetiştiğim topraklarda yediğim aşın, içtiğim suyun hakkı diyerek derse gidiyordum. Orada gördüm ki öğrencilerimizin kaynaklara ulaşması hem zor oluyor, hem de bilimsel imkânsızlıklar önlerini kapatıyordu. Ben de sonunda bir karar verip on binin üzerinde kitabımı Uşak İl Halk Kütüphanesi’ne bağışladım. Böylece Uşak Üniversitesi’nde okuyan edebiyat ve tarih bölümü öğrencilerinin istifadesi mümkün oldu. Uşak’taki kütüphaneye kayd-ı hayat şartıyla günde bir kitap bağışlama sözüm vardır. Her yıl yeniden kitap biriktirip gönderirim. Uşak’ta bir araştırmacının ihtiyaç duyacağı kitaplar olmasına da dikkat ederim.
– Kütüphanenizden ayrılmak zor olmadı mı?
Zaman zaman evimde eksikliğini hissettiğim kitaplar olursa İstanbul’da bir kütüphaneden onlara ulaşabiliyorum. Bu yüzden bilimsel kütüphanemin fazla eksikliğini hissettiğimi söyleyemem. Özellikle oradaki öğrencilerin kitaba kolay ulaşımlarını duydukça bundan mutluluk bile duyuyorum.
HAYATIMIN EN GÜZEL VE VERİMLİ GÜNLERİ
– İstanbul Üniversitesi’ni bitirdiğiniz yıl, Türkoloji Bölümü Seminer Kitaplığı’nda kütüphaneci olarak çalışmaya başlıyorsunuz. Bu 4 yıllık tecrübe size sonraki akademik ve yazarlık kariyerinizde ne kattı?
İtiraf ederim ki hayatımın en güzel ve verimli günlerini Seminer Kitaplığı’nda geçirdim. Bir kütüphanecinin ne büyük bir zenginlik içinde yaşadığını hayal edin lütfen. Edebiyat adına, akademik hayat adına ne kazandıysam işte o kütüphane memurluğum dönemine borçluyum. Çünkü orada Divan edebiyatıyla ve Osmanlı tarihiyle ilgili geniş bir birikim edindim. Divan edebiyatı alanıyla ilgili hemen her kitabı orada öğrendim, inceleyebildim, ulaşabildim. Daha sonraki akademik hayatım bu birikimi kullanarak, onlardan istifade ile geçti. Denilebilir ki kütüphane memurluğu bana yol haritamı verdi, alan bilgisiyle donattı. Bir araştırmacının kütüphaneye olan ihtiyacı kaçınılmazdır. Ben o ihtiyacı karşılarken aynı zamanda maişetimi de temin ediyordum. Şimdi geriye dönüp baktığımda o kütüphanede bulunmanın, Rabbimin bana bir lütfu olduğunu düşünüyorum. Keşke her araştırmacı yolun başındayken dört yılını bir kütüphanenin dört duvarı arasında geçirse.